4 Aralık 2023 Pazartesi

📚 Kırmızı Pazartesi | Gabriel García Márouez

'Kırmızı Pazartesi' adlı kitabı Gabriel García Márouez, 54 yaşında iken 1981 yılında yayınladı. Orjinal adı 'Crónica de una muerte anunciada' olan kitabın yine orjinal Türkçe adı 'İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü' ama nedense Kırmızı Pazartesi olarak çevrilmiş. Çevrilmiş derken, kitabın çevirisini İnci Kut yaptı.
   Kitap, isminden de anlaşılacağı üzere, işleneceği herkesin bildiği bir cinayeti konu alıyor. Daha ilk sayfanın ilk cümlesinde ne olacağını direkt gözünüze sokuyor. Ama işleri daha garip hale getiren şey ise, bunu herkes bilmesi değil bildiği halde cinayetin olmaması için hiçbir önlem almamaları, mani olmamaları.
   Öleceği, hatta kimler tarafından öldürüleceği bilinen karakterin ismi Santiago Nasar. Neden öldürüldüğü ise en muallak kısmı. Evet Nasar Abimiz biraz çapkın, her çiçekten bal yapımına önem veren biri. Ama Angela Vicario ile alakalı bir namus belası mı hakikatı var mı? Kestirmek güç. Ama öldürüleceği kesin Nasar'ın.
   Romanın türü polisiye olarak geçiyor ama toplum eleştirisi ağır basan bir kitap olmuş. Empati yaparak ; herkesin her şeyi bildiği ama hiçbir şey yapmadığı bir toplumun içinde yaşadığımızı (!) hayal edelim. Bu farkındalık bizi yeyip bitirir. Dile getirdiğinde sonuca varamamak ne kadar kötü.
   Romanın kendi hikayesinden çıkıp başka şeyler düşünüyor insan. Göz göre göre nasıl oluyor diyor, nasıl engel olunmuyor, nasıl karşı çıkılmıyor. Ama işte toplum dediğimiz şey bizden oluşmuyor. Ya da bizlerin hassasiyeti ile dolu değil kalpler.
   Gel gelelim kitaptan alıntılara ; 
- Öyle güzel gülmelisin ki insanlar seni ağlatmaya utanmalı.
- Bizler gibi tropikal bölgede yaşayanların karaciğerinin İspanyollarınkinden daha büyük olduğunu adamın kafasına sokmak bir türlü mümkün olmadı.
- Kader bazen bizleri görünmez kılar."
- Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.

11 Kasım 2023 Cumartesi

🎬Yaratılan Dizisi

    8 bölümlük, bölüm süreleri 40-50 dk arası olan fantastik bir dizi. Yönetmenliğini Çağan Irmak'ın yaptığı dizide Taner Ölmez, Erkan Kolçak Köstendil ve Şifanur Gül gibi oyuncular yer alıyor.

    Dizi, izlemeye başlarken maceraperest ve zeki bir tıp talebesi diye nitelendirdiğimiz ama izledikçe bunların yerini bencil, kendini düşünen ve korkak sıftlarının yer aldığı Ziya’nın hikayesini anlatmaktadır. Fantastik bir dizi olduğu için hayal gücünün devrede olduğu sahneler bol. Bana kalırsa dizinin başrolü İhsan karakteri. Erkan Kolçak Köstendil çok güzel oynamış rolünü.     Her ne kadar bir uyarlama olsa da yerel notasyonlara yere verilmesi açısından yabancı bir dizi etkisi vermiyor. Keyifle, merakla ve yer yer kızgınlıkla izlediğim bir dizi oldu. Genel itibariyle beğendim.

26 Ekim 2023 Perşembe

📝Filistin & İsrail Meselesi

    Filistin - İsrail meselesini son beş-on yılın değil de yüz yılı aşan bir mesele gibi görmek, çatışmanın özünü yakalamada yardımcı olur. Nihayetinde ise "kim haklı kim haksız" olayından ziyade "bu sorun nasıl çözülür?" sorusuna odaklanmak daha fazla kanın akmamasına olanak sağlar.

    Çatışmanın çıkış noktası dindar Yahudilerin Allah tarafından kendilerine vaat edildiğini düşündükleri toprakları ele geçirmek ve oralara yerleşmek istemelerinden kaynaklanmaktadır. Akabinde akla gelen tüm olaylar, bu düşüncenin temelinde oluşmuş ve bu düşünceyi hayata aşama aşama geçirmiştir.

    1867 tarihli Tebaayı Ecnebiyenin Emlake Mutasarrıf Olmaları Hakkındaki kanun ile yabancılara taşınmaz edinme hakkı tanınsa da ilk başlarda zayıf nitelikte ve rutin denilecek düzeyde göç hareketleri olmaktaydı. Bu hareketliliğe göç demek doğru mu o kısımdan bile emin değilim. Ama 1897 yılında Theodor Herzl tarafından Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kurulma­sıyla işler değişti. Çünkü artık süreç sistematik bir hal aldı. 1901 yılına gelindiğinde Ulusal Yahudi Fonu kurulması işleri başka boyuta taşıdı. Filistinlilerden toprak satın alıp üzerine Yahudi yerleşim yerleri kurulmasının amaçlanması, sürece baktığımızda UYF’nin birer dönüm noktası olduğunu anlayabiliriz. Ki günümüzde İsrail topraklarının yüzde on beşi hala UYF elinde.

    Filistinlilerin ilk büyük hatası, toprak satışları oldu. UYF ile eli güçlenen ve DST ile sistematik olarak ilerleyen dindar Yahudiler, büyük araziler satın aldılar. Filistinliler ise ederinin üstünde olan bu teklifleri kabul ederek ve ilerisini düşünmeden topraklarını satmak için sıraya girdiler. Burada nüans nokta Osmanlı Yahudilerinin Batılı ülkenin vatandaşlığına geçerek 1867 tarihli kanundan faydalanmak adına Filistin’den bir yabancı sıfatıyla arazi almala­rıydı. Üzücü gerçekten. Bu sistematik göç sonrasında İdare tarafından fark edildi, şahısların kendi aralarında düzenledikleri satış senedine dayalı tapu verilmesi 1892 yılında Suriye, Beyrut ve Kudüs’te yeni bir emre kadar durduruldu. Ama yine de engel olunamadı. Çünkü satan memnundu, alan memnundu.

    Sürecin diğer bir dönüm noktası Balfour Bildirisi’dir. Birinci Dünya Savaşı esnasında İngiliz birliklerinin Filis­tin topraklarının işgali sırasında, Dışişleri Bakanı Balfour, Siyonist Dernekleri Federasyonu Başkanı Lord Walter Rotschild’e mektup yazmış ve İngiltere’nin Filistin’de Yahudi millî yurdunun kurulmasına izin verdiğini ve gerçekleşmesini kolaylaştırmak için her türlü çabayı göstereceğini söylenmiştir. Bunun üzerinde oluşan göç dalgasını varın siz düşünün. Bu haliyle artık sorun bir Yahudi Sorunu değil Filistin sorunu haline dönüşmüştür.

    Filistin cephesinde, Yahudilerin işlerini kolaylaştıran ne varsa yapıldı. Arapların genelinde  Osmanlı’dan ayrılmak tek başlarına ayrı bir devlet kurmak istemişlerdir. Bunu Osmanlı’nın zayıf olduğu dönemde yapmaları ve bunu yaparken İngiltere ile iş birliği içerisinde olmaları, büyük bir hayal kırıklığıydı.

    Savaş sonrası Şerif Hüseyin’in oğlu Ab­dullah’ın Emirliği’nde Ürdün Devleti kuruldu. Ama Ürdün topraklarının bir kısmı Filistin topraklarındandı. Yani Ürdün Devleti’nin kurulması, aynı zamanda Filistin’in bölünmesi idi. Filistin’de kalan Araplar’ geleceğin belirsizliği ve çatışmaların yaşanması bahanesiyle geriye kalan Filistin’den Ürdün’e geçmişler. Bu da yeni göçler ile Yahudi nüfusunun artmasına, Arap nüfusunun azalmasına ve Yahudi nüfusunun toplam nüfus içindeki oranını yükselterek zamanla denetim sağlamalarına olanak vermiştir.

    İkinci Dünya Savaşı’na kadar birçok gelişme olmuş ; Filistin millî hareketi büyük ölçüde gelişmiş, Yahudilerin devletleşmesi hız kazanmış, “Filistin’in İngiliz boyunduruğundan ve Yahudi is­tilasından, ancak Türklerin yardımıyla kurtulabileceği fikri” Hatay Meselesi yüzünden Türkiye tarafında karşılık bulamamış, bir çok uluslararası rapor yayınlanmasına rağmen icraata dökülememiş ve artık sorun kronik hale gelmiştir.

    İkinci Dünya Savaşı’nda stratejik hatalar yapıldı. En kuvvetli konumda olan liderleri el-Hüseynî kaçak duruma düştü, İngiltere’ye karşı Alman yanlısı politika izlendi. Hatta el-Hüseynî 1941 tarihinde Berlin’de Hitler ile görüşme yaptı. Bu esnada Yahudiler, Dünya Savaşı sonrası kendi savaşlarını yapmak üzere silahlanmışlar, Yahudi Ajansı’nın Ame­rika’da kurulmasını sağladığı şirket vasıtasıyla birçok silahı ve askerî malzemeleri Filistin’e göndermişlerdir.

    Yahudiler artık İngiltere’ye güvenmemekte, İkinci Dünya Savaşı’nda güçlenmelerine güvenerek silahlı bütün unsurlarıyla İngiliz tesislerine, güvenlik güçlerine, sivil memurlara saldırdılar. Terör eylemleri 1946 yılı sonuna kadar devam etti ve bu eylemler sonucunda çok sayıda İngiliz görevlisi hayatını kaybetti, askerî tesisler ve araçlar tahrip oldu.

    Savaşın sona ermesiyle uluslararası arenada süreç Filistin Arapları'n aleyhleri­ne değişti. Bunun üzerine Filistin Araplar ilk önce karşı çıktıkları MacDonald Raporu’nu kabul ettiler ancak İngiltere’nin Filistin üzerindeki etkisi zayıflamış, yerini Amerika almıştır.

    29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylamada bölünme kararı kabul edildi. Oylamada Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devlet­leri kabul oyu kullanırken İngiltere çekimser kaldı. Türkiye, Arap ülkeleri ile beraber aleyhte oy kullandı.

    İngiltere, Filis­tin’deki kuvvetlerini çekti, 14 Mayıs’ta ise Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Millî Konseyi İsrail Devle­ti’nin kurulduğunu ilan etti. Aynı gün Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak kuvvetleri üç istikametten Filistin’e girdiler, fakat başarılı olamadılar. Aksine İsrail ordusu, Filistin’e ait olan toprakların önemli bir kısmını ele geçirdi. Böylece yıllarca bitmeyen, ama daima Yahudilerin lehine gelişen Arap-İsrail savaşları (6 Gün Savaşları) ve gerginliği ortaya çıktı. Kronikleşen Filistin meselesi, sonraki yıllarda sadece Filistinli Arapların meselesine dönüştü.

    Peki bundan sonra ne olacak ya da nasıl dengeler değişecek? Sürecin bu denli noktaya gelmesinde neler etkili olmuşsa, aslında bu alanlarda meydana gelecek ilerlemeler, Filistinli Arapların kaderini hatta Arapların genel kaderini değiştirebilecek güçte olacaktır. Gördüğüm kadarıyla sorunun temelinde para yani ekonomi olmakla birlikte, Arapların kendi içinde birlik olamaması (Filistin özelinde FKÖ ve Hamas'ı da ekleyebiliriz) , dağınık görüntü çizilmesi, sistematik ilerlenememesi, uluslararası mecrada yeteri kadar alana sahip olunamaması, propaganda eksikliği gibi temel sorunlar halledilirsez, Filistin kendi başına hak ettiği sınırlarda güçlü bir devlet olabilir, mücadelesini etkin bir şekilde yürütebilir. ve İsrail'in bitmeyen isteklerine bir son verilebilir.

 

 

** Yazım, Türk Dünyası Araştırmaları kapsamında Doç. Dr. Ali Ata YİĞİT tarafından hazırlanan FİLİSTİN MESELESİNİN KRONİKLEŞMESİ başlıklı araştırma makalesinden faydalanarak yazılmıştır.


25 Ekim 2023 Çarşamba

📚 Zamanı Durdurmanın Yolları | Matt Haig


   'Zamanı Durdurmanın Yolları' adlı kitabı Matt Haig, 42 yaşında iken 2017 yılında yayınladı. Orijinal adı How to Stop Time olan kitabın çevirisini Kıvanç Güney yaptı. Kitap 1581 yılında Fransa'da bir şatoda doğan Estienne Thomas Ambroise Christophe Hazard'ı ve hastalığını ele alıyor.

    Thomas'ın hastalığının adı Anageria. Anageria, nadir görülen bir hastalık. Bazılarının, biz insanlar gibi değil de uzun seneler yaşamasına sebep oluyor. Anageria'ya yakalananlara alba deniliyor. Tom bir alba. Ama aşık olduğu ve evlendiği eşi Rose değil. Rose biz insanlar gibi. Ömrü kısa olanlardan. Ama Tom'un Rose'dan olma kızı Marion , Tom gibi . Birer alba. Roman da Tom'un Marion'u bulma çabasını anlatıyor.


    Tom, her döneme tanıklık etmiş. Bazılarında ise içinde olmuş biri. Bu denli yaşayıp bir şeylere tanıklık etmemek mümkün değil zaten. Peki bizler, Tom gibi yaşamak ister miyiz? Öyle uzun yıllar 700-800 gibi rakamlar. İtiraf etmeliyim ki kulağa hoş geliyor ilk başta. Çünkü uzun yaşamak ya da ölümsüzlüğe yakın olmayı insan nefsinin oldum olası hep isteğidir. Ama ya başımıza Tom'un başına gelen şeyler gelse. Hayatımızda Rose gibi biri olsa...Hep geride bıraksak bazı şeyleri. Belki de kendimizi... Ne denli neşeli geçer bu uzun ömür? Biz şu kısacık ömrümüzü bile mutsuzluğu yaşamayı adet edinerek, gülmeyi kendimize reva görmeyerek, kendimiz dışındaki her şeye burnunu sokarak geçiriyoruz. Uzun seneler yaşasak, bunlar değişecek mi? Vazgeçecek miyiz bu huylarımızdan? Nefsi duygularımızdan arınabilecek misiniz?


    Kitap bana şunu öğretiyor ki; kaç yıl yaşadığımızın değil nasıl yaşadığımızın bir önemi var. Kimisi 30 yıl yaşıyor kimisi 60 yıl. Ama bir bakıyoruz. Genç yaşta ölen insan, sadece yaş almamış hayatı dolu dolu yaşamış. Gülmüş, üzülmüş, sevmiş, sevilmiş, gezmiş, okumuş, insanların hayatına dokunmuş, iyiliklerde bulunmuş. Diğeri ise sadece yaş almış. Altmış değil de yüz atmış yasasa ne fayda. Haliyle ne zaman biteceğini bilmediğimiz şu ömrü, hakkıyla yaşamaya gayret etmek bizler için daha doğrusu olur. Hayatın bize sundukları elbet farklıdır. Bunları derken hayatın bizlere sunduğu zorluklardan bağımsız, toz pembe bir çerçeve çizmiyorum. Ama olabildiğince ; sadece yaş almak değil, hakkıyla yaşamayı başarabilmeliyiz.


Gel gelelim kitaptan birkaç alıntı yapalım ;

- Tek yapabildiğimiz, gerçekliğin kendisinden çok gerçekliğe dair anılarımıza sadık kalmaktır ki o da tam aynı şey olmasa bile gerçeklikle yakından ilintilidir.

- Herkes kendi görüş mesafesini dünyanın sınırları zanneder.

- Aşk, anlamı bulduğun yerdir. 

- Etki tepkiyi yaratır. Bir şeyler olmaya başladığında, başka şeyler de olmaya baslar.

Zamanın verdiği bildik bir ders bu. Her şey değişir ve hiçbir şey değişmez. Cehalet zamanla şekil değiştirir.  Ama hep vardır ve her zaman için ölümcüldür.


Matt Haıg




23 Ekim 2023 Pazartesi

📝Kuşak Farkı : Eşine Yardım Eden Erkek

    Bir yakınım demişti yıllar önce; ben babamdan bir adım öndeyim. Oğlumdan ise bir adım gerideyim. Kuşaklar arası farkı net şekilde özetlemişti böylece.
  
  Bizler -en azından birçoğumuz- genellikle Anadolu kültürü ile yetişmiş, evde bir reis kavramına inanmış, kadın ve erkek rollerinin zihninize kazınmış şeklinde büyüdük. Bu düşünce safi yanlış diyemem. Çünkü hakim olduğu dönemin doğal yansıması idi.

Geçen çeyrek asır öncesi, kadının pozisyonları belli idi. Ev hanımı, Annelik, Eş. Bu üç figür etrafında hayatını şekillendirirdi. Erkeğin misyonu ise -eve ekmek getiren- Ev reisi, Baba ve Eş olmak üzere üçe ayrılıyordu yine. Ama kadının yüklendiği sıfatlar daha kompakt idi. Çünkü erkek, eve ekmek getirdiğinde, manavdan meyve sebze aldığında ve hanımına 'para bıraktığında' iş bitiyordu. Ama kadının ev hanımlığı, temizlikçiden tutun aşçılığa kadar uzardı. Ama bir şeyler değişti , devir değişti.

       Devrin değişimi, örf ananelerimize bir saldırı ya da yozlaşmaya yol açan bahaneler bütünü değildir. Tarihi süreçlerin yarattığı sosyolojik çizelgeye uygun şeylerdir.
  
Gel gelelim geçen çeyrek asırdan farklı olarak kadına yeni bir misyon eklendi; iş kadını. Artık kadın; hem ev hanımı hem anne hem eş ve artık birer iş kadını. Bu dört misyonu yerine getirmekle sorumlu halde. Peki hayatına yeni bir misyon giren kadın, ilk üç misyonu eskisi gibi yapabilir mi? Zamanını ya da enerjisini ayarlayıp belki de zaman ve enerji yaratıp diğer figürlere atfettiği önem azalmadan aynı zamanda iş kadını olabilir mi? Şahsi düşüncelerimi yansıtmak gerekirse; hayır. Kadın kısıtlı zaman ve enerji ile eskisi gibi yapamaz, eskisi gibi olamaz. Bu aşamada , sağlıklı ilişkilerde erkek kendisinde olan bu üç misyonu genişleterek hayat arkadaşının yükünü hafifletmelidir. Bu bir lütuf değildir. Sağlıklı evliliklerde bu bir elzemdir. İlk paragrafa dayanarak erkekler artık babaları gibi olmayacak, çağın gereğine göre ayak uyduracaklardır. 

   Neydi misyonları ; eş olmak. Eşini düşünen ona sürpriz yapan, gönlünü hoş edecek şeylerde bulunan birisine dönüşmeli. Eşini mental olarak iyi tutmalı. 
    
  Diğer misyonu baba idi. Baba figürü ile çocuklarının büyümesinde aktif rol almalı ve problemlerini çözecek birisine dönüşmeli. Eskisi gibi harçlığını verip gerisi ile eşinin ilgilenmesini beklememeli.

    Ve son misyonu ev reisi. Erkeğin çalışıp eve ekmek getirmesi artık yeterli olmuyor. Kadının yeni misyonuna karşılık vermesi gerekiyor ki sağlıklı ilişkiler olsun. Erkek, ev işlerinde müdahil olmalı, yapabildiği becerebildiği ne varsa temizlik veya yemek vs. onu yapabilmeli. Bulaşık makinesini doldurup boşaltmak bile büyük bir yardımdır. Aslında jargon olarak yardım etmek değil de görev dağılımı demek daha makul gibi görünüyor. 

        İlk paragrafta dediğim gibi, ben babamdan bir adım öndeyim. Şayet değilsem, şayet aynı rolü benimsemiş ve aynı düşünüyorsam, burada bir sıkıntı vardır. Oysaki değişime ayak uydurmak, kadının yeni figürine karşı erkeğin de kendi figürlerinde revizyona gitmesi gerekiyor. Ama şu var ki biz erkeklerin artık kafa yapısı mıdır ya da geleneğe sarıldığımızdan mıdır bilemem ama hemen reaksiyon gösteremiyoruz bu değişime. Haliyle bir geçiş döneminden bahsetmek yersiz olmaz. Bu geçiş dönemi, bizlerden sonraki kuşaklarda kırılacak ve normal bir yaşam formuna evrilecektir.

    Yazımı buradan sonlandırırken, bahsettiğim şeyleri erkek ve kadının birbirine benzeşmesi üzerine değil bütünleşmesi üzerine yazdığımı deklare ederim. Ve erkek ile kadın ne denli bütünleşirse, mutlu bireyler, mutlu çocuklar, mutlu aileler ve nihayetinde mutlu bir toplum ortaya çıkar. Belki de en önce buna ihtiyacımız var.



📸 Bir de benim kadrajımla : Molla Fenari Camii | Vintage Filtre & Natural


 
Molla Fenari Camii eski adıyla Lips Manastırı Kilisesi, eskiden Ortodoks kilisesi olarak kullanılırken fetih sonrası camiye çevrilen yapılardan birisidir.

908 yılında, Bizanslı amiral Konstantinos Lips, dönemin imparatoru VI. Leon huzurunda bir manastır inşaatı başlattı. Manastırın bulunduğu yer, eski Bayrampaşa Deresi'nin (Lycus Irmağı) çevresinde bir vadide, o dönemde Merdosangaris olarak adlandırılan bir bölgede bulunuyordu. Yapı, Bakire Theotokos'a adanmıştır.

Kilisede 50 kadın din görevlisi bulunmuş olup 15 yataklı bir hastane formatındadır. Bu hâliyle o dönem Konstantinopolis'inin en büyük kurumlarından biridir.

Günümüzdeki yapı, 6. yüzyıldan kalma başka bir kilisenin kalıntıları üzerine yapılmış ve yapımında eski bir Roman mezarlığının mezartaşları kullanılmıştır. Kilise kullanımda olduğu dönemde halk arasında Kuzey Kilise olarak bilinmekteydi.

1497-1498 yıllarında, İstanbul'un fethi sonrasında, II. Bayezid'in hükümdarlığı döneminde yapının Güney Kilise olarak adlandırılan bölümü, Molla Fenari'nin yeğeni Rumeli kadıaskeri Fenarizade Alaaddin Ali bin Yusuf Efendi tarafından mescite çevrildi. Yapının güneydoğu kısmına bir minare eklendi.

Medresenin başhatiplerinden biri olan İsa efendinin adı camiye verildi. 1633 yılında bir yangında büyük hasar görerek kullanılamaz hâle gelen mescidin, 1636 yılında sadrazam Bayram Paşa tarafından onarımı gerçekleştirildi. Aynı dönemde yapı camiye, Kuzey Kilise de tekkeye çevrildi.

 


📚 Bir Çöküşün Öyküsü | Stefan Zweig

  


Bir Çöküşün Öyküsü adlı kitabı Stefan Zweig 29 yaşında iken 1910 yılında yayınladı. Orijinal adı Geschicte Eines Untergangs olan kitabın çevirisini Regaip Minareci yaptı. Kitap XV. Louis döneminde sarayda epey etkili olan Madame de Prie’nin saraydan uzaklaştırılması, sürgüne Normandiya'ya gönderilmesini ve burada buhrana girip yaşamına son vermesini ele alıyor.

Madame de Prie, günümüz tabiri ile ilgi manyağı birisi. İnsanları hakir görür. Ve kendisinden bir şeyler istenmesine, rica edilmesine fazlasıyla keyiflenir. Ama sürgünde buna devam etmesi mümkün olmuyor. Ve bu sonun başlangıcı demek.

Kitabın olay akışı basit. Eski ihtişamını elde edemeyen kadının tekrar bunu sağlamaya çalışması ve başaraması. Buna dayanamayıp intihar etmesi. Ama bu olay akışından çıkaracak dersler var.

Kitap bana şunu öğretiyor ki, insan kendi yaşamında duyacağı mutluluğu bir başkasına bağlamadan kendi ruhuna bağlamalı ve yine başkalarının kendisi hakkında sahip olduğu düşünceye kulak asmamalı. İnsanlar, dün farklı bugün farklı yarın ise bambaşka şekilde düşünebilir ya da kişiliğimize karşı his belirtebilir. Bunun bizler için önem arz etmemesi gerekiyor. Şurada yaşayacağımız kaç yıl var ki kendimizden önce başkalarının varlığına, zihinlerinde dolaşan şeylere önem verelim. Evvela biz. Tabi bu bir bencillik ilanı değil. Bu kimseyi fakir görmeden ya da eleştirmeden sadede ben odaklı yaşamak demektir.

Gel gelelim kitaptan birkaç alıntı yapalım ;

- Hiçbir şey hissetmedi, içindeki bütün durgular ölmüştü.

- Uyanmak bile tek başına acıtıcı.

- Tanrı ona neden bunu reva görmüştü? Çok mu günah işlemişti?

- Uçuruma dans ederek düşmek istiyordu.

- Evde bir ölù var, farkında değil misiniz?